Gerçek Bir Entelektüel, Asil Bir İstanbul Beyefendisi; "Monad Balkan"
Monad Balkan \\ Röportaj: Semra Sancak

Resim sanatının tanınmış isimlerinden Monad Balkan; şehirler, kafeler, restoranlar ve insanların vurgulandığı özgün resimlerinin yanı sıra insan olarak da resimleri gibi özgün duruşu, kendisine çok yakışan şapkaları ve giyim tarzı, esprili, huzurlu kişiliği ve sohbetleri, nüktedan yazıları, çok dolu ve renkli yaşam öyküsü ile tanıdıkça eksik kaldığımız bürokrat kökenli bir sanatçımız. Camianın sevgi dolu, paylaşımcı, gözlemci kalemidir ayrıca. Söyleşi yaparken hangi yönünden başlayacağımı bilemedim, soru seçmekte ve ifade etmekte zorlandım karşısında. Birlikte sohbet edip, daha yakından tanıyalım mı, ne dersiniz?

Sizi tanıyıp da insan yaşamında genetik etkiye inanmamak mümkün değil. Ressam, edebiyatçı ve felsefeci, iyi dans eden, sporcu; sanatçı bir anne ve ünlü bir doktor babanın çocuğusunuz. Yaşam öykünüzde beni ilk şaşırtan ayrıntı kardeşinizin de iki buçuk yıl sonra sizinle aynı gün ve saatte dünyaya gelmesidir. Sizden de bu öykünün diğer ilginç ayrıntılarını dinleyebilir miyiz?
Dediğiniz gibi kardeşimle saat dokuza beş kala aynı gün  (perşembe) doğmuşuz, dahası kardeşimin doğum günü aynı zamanda annemin vefat günü. Metafizikte bu tip ilginç rastlantılara kozmik şaka deniyor. Kozmos bir yerde bizimle dalga mı geçiyor acaba?  Doğada da ağaçlar, yapraklar, çiçeklerde çeşitli insan ve hayvan figürlerinin formlandığını şaşırarak görüyoruz. Şapkalarımdan söz ettiniz, evet, şapka bir yerde benim alametifarikam oldu. Şapkaları çok seviyorum. Saydım baktım 82 tane olmuşlar. Fötr favorim… Şapka kanununa uyan ender insanlardan biriyim herhalde.   Bürokrat kökenli değilim; sanatçı kökenli bürokratım.  Bürokrasi benim hobimdi. Çok eğlendim; bana çok şeyler verdi; sanat dünyasında ilerlememe katkısı büyük oldu.  Hayatta en sevdiğim şey dans; gerek seyretmek gerek yapmak. Dans, esrimek için en kestirme yol.  Kozmos en büyük dansçı değil mi? Sporu da dans eder gibi yaparım. Özellikle kata dediğimiz karate dansları çok güzeldir. Karatede son mertebe olan kara kuşak sahibiyim.  Ayrıca futbol, tenis, yüzme, tramplen atlama, avcılık gibi sporlar da yaptım.

Bakırköylüsünüz…
Evet, İstanbul’un Bakırköy’ündenim. Bakırköylü olmak fantezilere, özlemlere, yaratıcılığa açık olmak demektir. İstanbulluluk da çelebilik, alçakgönüllülük, affedicilik ve her şeyden önce Japonlar gibi utanma duygusunun ağır bastığı bir karakter şeklidir. İstanbullu bir şey yaparken önce kimseyi rahatsız ediyor muyum acaba diye düşünür.

Sanatla ilk tanışmanız hangi alanlarda ve nasıl olmuştur?
Bakırköy zaten sanat ve sporla iç içe olan bir yerdi. Bakırköy’den ünlü sanatçılar çıkmıştır.  Ta küçüklükten komşum ve mahalle arkadaşım ressam Muhsin Kut’la suluboya resimler yapardık. Dört yaşında piyano derslerine başladım. Vaktiyle annem kızken ona özel olarak Almanya’dan getirtilen piyanoda çalıştım hep. Lisedeyken de İlhan Usmanbaş’tan beste ve kompozisyon dersleri aldım. Ama yazıp çizmek merakı da hiç peşimi bırakmadı. Annem yetenekli bir ressamdı, babam da iyi bir kopye ressamıydı. Evimiz devrin ünlü ressamlarının ziyaretine açıktı. Eşref ve Melahat Üren, Turgut Zaim, İsmail Altınok, Orhan Arel, Esat Subaşı  gibi üstadların tarzlarından etkilendim; ilk, temel ve sağlam formasyonumu edindim. Küçüklükte edinilenler doğal yeteneğiniz olarak bünyenize geçiyor.

Şiir seven ve yazan biri olarak okuduğum şiir kitaplarınız hala başucumdadır. Şiir ve hikaye yazarlığınızdan bahseder misiniz?
Sanatın her dalıyla çocukluktan başlayarak yakından ilgilendim. İçten gelen bir itmeyle. Şiir de öyle. İki kitabım çıktı:  Ursula; Prospero yayınları, 1997 diğeri de Siyah Virjin; Duman Yayınları, 2007. Hikayelerim de özellikle internet ortamında gezinip duruyor.  Henüz kitap haline gelmediler ama programımda var. Şiir olsun, yazı olsun, hikaye olsun, eleştiri yazıları, izlenim yazıları olsun içlerine ötevaroluşçuluk adını verdiğim fikir kırıntılarımdan serpiştiriyorum. Kuşlar gelip yiyor.

Şiir ve hikaye ötesinde sinema sevginiz sayesinde senaryo çalışmalarınız da olmuş hocam. Neler yazdınız, kimler okudu, filme dönüştü mü hiç?
Sinema Bakırköy’de çocukluğumuzun aşkıydı. Mahallemizdeki iki sinemadan sokağa atılan film kırıntılarının artıklarını alır ışığa tutar hayallere dalardık. Bakirköy’den çıkan bir dolu sinema sanatçımız vardı; onlar da bizi özendirirdi çok. Yirmili yaşlarımda kısa metraj film çalışmalarımız oldu. Ancak ekip işi, yürümedi. Senaryolarıma Yeşilçam ilgi duydu, ne var ki beni kendi kalıplarına uydurmak istediler.  Senaryolarımı Fransız yeni dalga tekniği olarak gördüler ve pratikte olmaz, gitmez dediler. Ben de soğudum.

Eşiniz Nükhet Hanım da sanatıyla ve hanımefendiliği ile tanıdığımız bir isim. Sizi ya el ele ya da birbirinizin arkasında biliriz hep. Nasıl tanıştınız, eşinizden de biraz bahseder misiniz?
Üzüm üzüme baka baka kararır derler. Uzun yıllara dayanan evliliğimiz sanat yönünde bir meyve verdi ve kendisi,  yeteneği de varmış demek, kaliteli bir sanatçı oldu çıktı. Ebru sanatına gönül verdi. Çok özgün, sanat değeri yüksek eserler yaratıyor ve ismi giderek yayılıyor. Tanışmamıza gelince bizden önce ailelerimiz ahbap idiler. Nükhet benim genç memurlarından olduğum Dış Ticaret Dairesinde yeni memur olarak çalışmaya başlamıştı.  Önce birbirimizi beğendiğimizi dolaylı yollardan belli ettikten sonra tanıştığımızda şaşırarak zaten aile dostları olduğumuzu gördük.

Çok hareketli bir akademik öykünüz var. Öğrencilik yıllarınız nerelerde ve nasıl geçti?
Altı yaşında ilkokula Galatasaray Mektebinde başladım. Hayli travmatik oldu. Küçücük ve evden dışarı adımını atmamış bir çocuk yatılı okula gidiyor! Sınıfının da en küçüğü…  Sonra Ankara’da TED Kolejine geldim. Galatasaray’da Fransızca, TED’de İngilizce; karmaşık duygular. TED’den sonra bir yıl Ankara Hukuk Fakültesine devam ettim.  Sonra Viyana’ya gittim.  Orada Hochscule für Welthandel (Dünya Ticaret Yüksek Okulu) okulunda okudum. Yine lisan değişmişti; Almanca.  Çok zor şartlara üç yıl dayanabilmiştim.  Korkunç kışlar, yetersiz ısınma olanakları bir de bunların üzerine tüy diken ırkçı davranışlar…  Ankara’da AİTİA’ya  (Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi; şimdiki Gazi Üniversitesi İktisat Fakültesi) girdim ve nihayet oradan mezun oldum. Ankara’daki talebeliğim İstanbul’da geçiyordu! İmtihandan imtihana Ankara’ya geliyor sınavları verip İstanbul’daki bohem hayatıma (önce Asmalımescit sonra Boğazkesen’de ev tutmuştum.) dönüyordum.  Sonraları da Avustralya’dayken resimde bir de akademik eğitim göreyim diye ünlü Julian Ashton Art School’a emek vererek devam ettim.

Sanat yaşamınız kadar, belki de daha yoğun geçen bir Bürokratik yaşam söz konusu. Bunu sizden dinleyebilir miyiz?
Dış Ticaret Müsteşarlığında memur olarak 1968 yılında göreve başladım. Sırasıyla Roma, Karaçi, Sidney ve Budapeşte’de Ekonomi ve Ticaret Başmüşaviri olarak görevlerde bulundum. Böylece toplam on beş yıl dış ülkelerde kalmış oldum. Özellikle ülkemiz diplomatlarına yönelik terör saldırıları dolayısıyla korumalar altında zor zamanlar geçirdik. Pakistan’da 1980’li yıllarda ciddi bir terör eylemine maruz kalmaktan korumalarımızın uyanıklığı sayesinde kurtulduk. Yanımızda hep silahlı bir eskort güvenlikçiyle dolaştık.

Sevdiğiniz edebiyatçı, düşünür ve sanatçılar kimlerdir?
Düşünürlerin çoğu edebi eserler verme yoluyla fikirlerini yayıyorlar. Bu bakımdan her iki kategoriyi  birleştirerek vereceğim. G.G. Marquez, J. Joyce, Kemal Tahir, N. Hikmet, F. H. Dağlarca, S. Faik, N. Kazancakis, P.İstrati,  Poe, Kafka, Bukowski, O. Atay, Homeros, Brecht, H. İbsen, Yunus Emre, Mevlana, R. Tagor, Dante, Sartre, F. Nietzsche…  Film yönetmenleri: Bergman, Antonioni, Bunuel, Cavani, Taviani Kardeşler, Resnais, Almadovar, L. Visconti, F. Fellini, Wajda, A.Varda…  Sinema artistleri: Marlon Brando, Ava Gardner, Sophia Loren, İngrid Bergman, Salma Hayek,  J. Dean, Maria Shell, Marcello Mostrianni, J. Nickolson, D.Hoffman, Cahide Sonku, G.Garbo, M. Dietrich, M. Streep. W. Allen, M.V.Sidow, L. Ullmann,  S.Signoret, A.Magnani, V.Gasmann, J.Moreau, J.P. Belmondo, R. Schneider, J.Reno, D. Sutherland…

Yirminin üstünde kişisel ve çok sayıda karma sergileriniz var. Yurt içi ve yurt dışı koleksiyonlarda  ve benim kızımın çeyizinde de resimleriniz var. Resimlerinizde yaşanmışlıklar, insanlar, duygular dikkat çekiyor Hocam. Resim yapmanın anlamı nedir sizin için?
Resim yapmak benim için her şeyden önce bir yaşam biçimidir. Yemek içmek gibi bir şey.  “Gıda” yani! Anlam aramak sonra gelir. Resim her sanat dalı gibi sanatsal değer içerisinde bir ifade biçimidir.  Benim resimlerimde ise kendiliğinden ortaya çıkan şey, yaşamın insanlar tarafından ele alınış biçimini şiirsel ve mizahi bir tarzda sorgulamak oluyor. Ben de kendi kendimi ilgiyle izliyorum.  Kişisel olarak yirmi altıncı sergime hazırlanıyorum. 2 Ekim’de açılışım var. ASO (Ankara Sanayi Odası) bu sergime ev sahipliği yapıyor.

Projeleriniz ya da hazırlandığınız özel bir etkinlik var mı?
Bu konuda kendimi programlarla sıkmıyorum. Serbest ve stressiz hareket etmeye çalışıyorum. Dediğim gibi resim benim hayat tarzım. Bu yaşam biçimi sırasında karşıma çıkan önerileri değerlendirmekle yetiniyorum.

Bu denli dolu, yaşanmış, sindirilmiş sevgi ve paylaşıma dönüşmüş erdeminizle gençlere neler söylemek istersiniz?
Samimiyet önemli. Resim yaparken yapay, özenti ve zorlama tarz ve konulara kaçmasınlar. Samimiyet doğallıktır. Doğallık ise en inandırıcı, ikna edici ve aranan bir ifade şeklidir. Bir de fikir ufuklarını genişletsinler. O da Gauguin’in hayatının sonlarında yaptığı bir tabloya verdiği isimde kulaklara fısıldadığı sırdır: “Nereden geliyoruz, neyiz, nereye gidiyoruz?” Bu sorunun cevabı yoktur ama samimiyetle bitmeyen bir iştah ve merakla bu soruya cevap aramakla geçen bir ömür bir anlam ifade eder. Bu anlam da eserlere ister istemez akseder.